Dehb’nin Nedenleri Nelerdir? Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivitenin Anlamı

Dikkat eksikliği kavramını, devamında zaman zaman eşlikçisi olan hiperaktivite kavramını sıklıkla duyuyoruz günlük hayatlarımızda. Özellikle eğitim dünyası ile iç içe olanlar; çocuğu okula giden ebeveynler, eğitimci olanlar veya eğitim dünyası ile paydaş olan diğer sektördekiler. 

Özellikle kavramını kullandığımın altını ısrarla çizmek isterim çünkü şunu da eklemem gerekir ki yalnızca çocukların yaşadıkları bir problem durumu değil dikkat eksikliği yaşamak veya aşırı hiperaktif şekilde davranmak. Daha çok çocuklar evet ama yetişkin insanların da bu problemden şikayetçi olduğunu biliyoruz.

Hemen hepimizin bildiği bu problem durumlarının -dikkat eksikliği ve hiperaktivite birbirinden farklı iki ayrı problem durumu- belirtilerine de aşinayız aslında. Akademik konulara veya günlük sıradan sorumluluk durumlarına odaklanmakta zorlanmak, hevessiz ve isteksiz olmak, zihni kontrol edememek veya dürtülerini kontrol edemeden amaçsızca hareket halinde olmak. 

Özetle kendini birçok alanda kontrol edememek diyebilir miyiz, deriz: ‘Öz kontrol eksikliği’. 

‘Zihnimi de davranışlarımı da kontrol edemiyorum’ demişti bir danışanım. 

DSM(Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) bu ‘belirtilerin’ neler olduğu ile ilgili etraflıca açıklamalar yapar. Dolayısıyla belirtileri etraflıca tanıyoruz. Fakat bu belirtilerin sebeplerini anlamak ile ilgili yeterince çalışma ve metin yok elimizde.

Odaklayamadığımız dikkatimiz veya durdurulamaz şekilde sürekli hareket halinde olma tutumumuz bize tam olarak ne anlatmaya çalışıyor olabilir?

Dikkat eksikliği bozukluğu ve hiperaktivite ile ilgili benim okuduğum en geniş kapsamlı metin olma özelliğini taşıyan Dr. Gabor Mate’in yazdığı ‘Dağınık Zihinler’ kitabının benim zihnime yansıyan kısımlarını okuyacaksınız bu metinde. 

En geniş kapsamlı derken, bu bozukluğu açıklamak için yazarın kullandığı nörolojik gelişim, duygusal bağlanma ve uyumluluk, duygusal stres, genetik faktör değişkenlerinin dikkat eksikliği bozukluğuna nasıl ve neden sebep olabileceğini açıklamasından bahsediyorum. 

Doğal gelişim sürecinin insan için planı baştan sona şu şekildedir; bağımlılıktan bağımsızlığa, dış düzenlemeden iç düzenlemeye doğru gelişmeliyiz.

İnsanlar olarak hayatımızın en az 18 yılını duygusal, fiziksel ve bilişsel düzenleme için kendi dışımızda olan birine bağımlı şekilde yaşarız. Bu gelişim sürecinin ardından olgunlaşma dönemimizi şu şekilde tarif etmek yanlış olmaz: artık duygusal, fiziksel ve zihinsel olarak bağımsız, kendi kendini motive edebilen, içinde bulunduğu ve bir parçası olduğu toplulukla uyum içerisinde yaşayabilen birey.

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun belirtilerini, günlük hayata yansımalarını incelediğimizde şunu çok net anlayabiliyoruz: doğanın insan olgunlaşması için geliştirmiş olduğu bu doğal plan dikkat eksikliği yaşayan bireylerde sekteye uğramış görünüyor.

Bu noktada akıllara gelen ve sorulması gereken ilk soru şu gibi görünüyor: Neden?

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu yaşayan bireylere ne olmuş ki, gelişimleri sekteye uğramış, zihinsel odaklanma potansiyelini kullanamayan, bir problemi çözmek için gerekli olan süreyi kullanıp problemi çözemeyecek ve bu odaklanmanın sağlanması için yerlerinde duramayacak hale gelmişler?

Mevcut literatürü incelediğimizde ve hatta günlük dilimizde de kullandığımız şekliyle, deb’nin temel sebebinin genetik faktörler olduğunu görüyoruz. Bu haliyle asıl suçlu genlerimizmiş gibi görünüyor.

Gaber Mate kitabında deb’in sebebi olarak gösterilen en temel faktörün genetik olmasını şu şekilde eleştiriyor: Nüfusun göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir oranında görülen dikkat eksikliği bozukluğunu genetikle açıklamaya çalışmak şu anlama geliyor, insan doğası ve gelişim sürecinde yüzyıllardır işleyen doğal arge sürecinde odaklanamayıp, problemlerini çözemeyenler hayatta kalmaya bir şekilde devam etti ve doğal gelişim sürecimiz bu problemi bir şekilde çözemedi. 

Yani odaklanamamak doğamızdan geliyor olsaydı, doğada problemlerimizi çözerek hatta ilgili problemlere yeterince odaklanarak hakim tür olma özelliği kazanamaz ve dünyayı bu kadar şekillendiremezdik gibi görünüyor.

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu ile ilgili yapılan çalışmaları incelediğimizde genetik ile bağlantısının yadsınamayacak derecede yüksek oranlarla açıklandığını görüyoruz. 

‘Dağınık Zihinler’ kitabında Dr. Gabor Mate genetik faktörleri reddetmemekle birlikte şöyle bir bağlamda açıklıyor:

Direkt kitaptaki haliyle alıntılıyorum;

genler belirli bir hücreye karakteristik yapısını ve fonksiyonunu veren proteinin sentezleyen kodlardır. bunlar bir bakıma canlı ve dinamik yapısal ve mekanik planlardır. planın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği genin kendisinden çok İletişimdaha fazla unsura bağlıdır. bu büyük oranda çevreye göre belirlenir. başka bir deyişle genler söz konusu organizmanın hücrelerinde doğuştan gelen potansiyeller taşır. bu çoğul potansiyellerin hangilerinin biyolojik olarak ortaya çıkacağı hayat şartları ile ilgili bir sorudur”

Özetle, ebeveynler olarak sizlerin dikkat eksikliği problemini yaşıyor olmanız tek başına çocuğunuzun da bu problemi neden yaşadığını açıklamaz. Asıl argüman şöyledir ki, sizin dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunu yaşıyor olmanız çocuğunuzun hangi çevresel şartlar içinde yaşadığını ve bu şartların ona neler yapmış olabileceğini düşünmemizi gerektirir.

Belki de soruyu şu şekillerde sormak bizi problemi anlamak için daha anlaşılır bir noktaya taşır:

Ebeveyni dikkat eksikliği ve hiperaktivite yaşayan çocukların ebeveynleri ile aralarındaki ilişkiyi deb etkilemiş midir?

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite yaşayan ebeveynlerin çocukları ile aralarındaki ilişkiyi deb’leri etkilemiş midir? 

Olayı bir de şu şekilde görmekte fayda var ki; aynı ailenin çocuğu olan kardeşlerin hepsinde deb’ten söz edilemez. Eğer genetik tek başına bu sorunun sebeplerine ışık tutuyor olsaydı sanırım bu söz konusu olamazdı. Muhtemelen benzer ortamlarda emeklemiş, benzer şeyler ile beslenmiş bu kardeşlerin beyin yapılarının bu kadar farklı olmasına sebep olan etmenin ise; çocukların hepsinin hayatında beyin gelişiminin kritik olduğu dönem olan erken yaşlarda içinde bulundukları duygusal ortamın farklı nitelikleri olduğunu söyleyebiliriz.

Bu duygusal ortamın özelliklerini anlamak için sorulacak en temel soru ise; çocuğun veya bebeğin ebeveyn için en temel seviyede neyi-kimi temsil ettiğidir. İçlerinde olan ve bilinçdışı düzeyde çocuğun karşılamasını umdukları olası ihtiyaçlar nelerdir?

Henüz doğmadan önce yaşanılan yer olan rahim fiziksel ve duygusal bakımdan güvenli bir yerdir. Doğumla birlikte devam eden aylarda da yenidoğanın en önemli ihtiyacı bu güvenlik sisteminin sarsılmadan devam etmesidir.

Günümüz dünyasında bebeğin hayati ihtiyaçları için fiziksel koşulların büyük oranda hayati tehlike barındırmayacak şekilde dizayn edildiğini söyleyebiliriz. 

Doğumu takip eden dönemde bebeğin duygusal güvenliğinin sağlanması ve beyin gelişimin sekteye uğramaması için gerekli ortam özellikleri ise; uyumluluk ve bağlanma

Korteksin dikkat ve öz düzenlemeden sorumlu bölgeleri anne figürü olarak adlandıracağımız kişiyle olan duygusal etkileşimle karşılıklı olarak gelişir.

Bebeğin uyumluluk ihtiyacı bu noktada konuşmamız gereken bir ihtiyaç. Her açıdan savunmasız olduğu bir halde dünyaya gelen insan yavrusunun psikolojik ihtiyaçlarının en önemlisinin uyumluluk olduğunu söyleyebiliriz. 

Aciz halde olan ve böyle hisseden bebeği sakinleştirecek, duygusal olarak orada olduğunu hissettirecek bir nesnenin bir duygunun ya da annenin varlığına duyulan hayati ihtiyaç. 

Bu acizlik sürecinde bebek annesinin duygusal olarak oradaki varlığına muhtaçtır ve bu varlığı kelimelerle hissedemez, duyumsayamaz tabi ki, annenin yüz ifadesinden, ses tonundan vs algılar.

Bebeğin hayatının beyin gelişimi için kritik olan bu döneminde annenin duygusal güvenliğini tehdit eden herhangi bir durum bebeğin duygu denetleme ve dikkat tahsis etme sistemleri için gerekli olan elektriksel bağlantı ve kimyasal kaynakların gelişiminde bozulmaya yol açabilir.

Yani bu dönemde bebeğin bakım vereni, bebeğin duygusal ihtiyaçlarını anlayamaz, onun sakinleşmesini ve kendi duygularıyla uyum geliştirebilmesini sağlayacak tutumu göstermezse bebek bu süreçte kendi duygusal ihtiyaçları ile baş başa kalır. Bebek kaygılarıyla da tek başına kalır, korkuları ve mutluluğuyla da. 

Bakım verenleri aşırı stres altında olduğu için bebeği ile uyumluluk ilişkisi geliştiremeyen annelerin çocukları duyguları ile tek başlarına kalmış hissederler. Kimsenin onlarla aynı duyguları paylaşmayacağını ve bu duygularla yapayalnız olduklarını düşünme eğilimi içerisinde büyürler.

Ve baş edemediği duygusal acıyla baş başa kalan çocuk bu acıyı parçalarına ayırmak veya görmezden gelmek zorundadır.

Bunun iki temel sebebi vardır, yoğun acı durumunda salgılanan kimyasalların oluşturduğu kombinasyon çocuk için zehirleyicidir. Dolayısıyla organizma bunun için önlem almak zorundadır. Hissedilen acı zihinsel olarak parçalanır ve görmezden gelinirse bu tehlike ortadan kalkmış olur.

Bir diğer sebep ise, bebeğin bilinçdışı bir şekilde kendi duygusal stresini de annenin var olan duygusal stresinin üzerine bindirmek istememesidir. Bunun işleri daha da karıştıracağını hisseder bebek.

Deb gerçeklikten kaçmanın bir yoludur çünkü gerçeklik o kadar acıdır ki, o acıyı ancak parçalarına ayırarak deneyimleyeceğine inanır kişi. Gerçeklik derken bu önce iç gerçeklikle başlar, ardından tüm dünya gerçekliği haline gelir. 

Bağlanma, uyumluluğu kapsar. Uyumluluk, bağlanmanın en saf bileşenidir, yani bağlanmayı sağlayacak olan en temel en gerekli bileşendir.

Bağlanma birine yakın olma ihtiyacıdır. Ancak kendisini bakım vereninin gözlerinde görebilen ve bunu deneyimleyebilen bebekler uzun vadede ilişki geliştirmenin koşulu olan bağlanma ilişkisini kurabilirler. Uyumluluğun kesintiye uğradığı yerde kendisini duyguları ile baş başa hisseden çocuğun otomatik olarak birine yakın olma ihtiyacı da karşılanmamış olur. 

Daniel Segel, bebeğin uyumluluk ihtiyacının karşılanmasını daha iyi anlamak için bir araştırma düzeneği kurar. 

Bu araştırmada anneler ve bebekleri farklı odalarda konumlandırılmıştır fakat anne ve bebekler ekranlar üzerinden iletişim kurabiliyorlar. 

İletişim bu şekilde sağlanıyor. Fakat bebeklere gösterilen anne yüzleri daha önceden kaydedilmiş olan yüzler. Anlık değil yani. 

Annelerin ifadeleri, mimikleri çok sıcak güvenilir ve sevgi dolu olmasına rağmen bebekler bir süre sonra huzursuzlanmaya başlıyorlar. En az mimiği olmayan anne ifadesi olan kadar fazla strese giriyorlar. Çünkü bebeğin ihtiyacı olan, anlık ihtiyacına yönelik uyumlu iletişim kurmak.

Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki; annenin yaşadığı duygusal stres bebeğin beyin gelişimini etkiler çünkü bebek ve anne arasındaki uyumluluk ilişkisine zarar verir. 

Öz denetim ve dikkatin gelişmesini uyumluluk ilişkisi sağlar. Bebek ve anne arasındaki ilişkide iletişimi başlatan bebektir, yani sinyali o gönderir. İçerisinde bulunduğu ruh halinin sinyalini. Ebeveyn bu sinyalin ifade ettiğini anlayabilecek kadar rahat ve ferah bir duygusal ortam içerisindeyse ancak bebeğin sinyallerini doğru şekilde anlayıp uygun uyumluluk tepkisini sağlayabilir. Bu alma verme ilişkisi içerisinde çocuğun sosyal ve ilişki kurma yönü gelişir. Sosyal işaretleri okumakta güçlük çeken deb çocukları bundan dolayı zorlanmaktalar.

Bu noktada şunu eklemeliyim ki, tüm bunlar ebeveynlerin kendilerini suçlu hissetmelerine sebebiyet vermek için değil, bu problemin sebeplerini anlamak için yazılıyorlar. Hatta kitabın arka kapağında ebeveynlere seslenen yazarın sözlerini aynen aktarıyorum;

Çocuklarımızı sevgi dolu bir güven ortamında yetiştirmek için elimizden geleni yapan ebeveynler olarak halihazırda hissettiğimizden daha suçlu hissetmemizin lüzumu yok. İhtiyacımız olan şey daha az suçluluk. Bir de ebeveyn-çocuk ilişkisindeki kalitenin çocuklarımızın gelişimi için nasıl kullanılabileceğine dair farkındalığımızın artması

Odaklanamamak, Dağınık Düşünceler ve Duymazdan Gelme Halleri Bize Ne Söylüyor Olabilir?

Bedenimizin ve tabi ruhumuzun baş edemeyeceği, üstesinden gelemeyeceği yaşantılar için kullandığı bir sistem var: savunma mekanizmaları

Savunma mekanizmalarını kullanarak baş edemeyeceğimiz şeylerle baş etmenin bir yolunu bulur ve en temel motivasyonumuz olan hayatta kalmayı sürdürürüz.

Odaklanamamak söz konusu olduğu için burada ayrışma savunma mekanizmasını konuşabiliriz. Ayrışma savunma mekanizması, duygusal veya fiziksel olarak baş edemediğimiz ve hayatımızı tehlike altına sokacak olan durumlar için beynimizin o olayla ve o olaya dikkat kesilme ile ilişkisini kesmesidir. 

Kitapta ayrışma savunma mekanizmasına örnek olacak harika bir örnek veriliyor: 

Dağ başında tek başınıza kayak yapıyorsunuz, düştünüz ve ayağınız kırıldı. Eğer ayağa kalkıp yürüyebilirseniz yakın bir konumda olanlara sesinizi duyurabilecek te bir yerdesiniz, bunu biliyorsunuz. Beyniniz ayağınızda olan ağrı ile bağlantısını kesmek durumundadır çünkü hayatta kalmanız ağrıyı duyumsamadan yakındakilere sesinizi duyurmanıza bağlıdır. Dolayısıyla evrimsel açıdan bakıldığında ayrışma yani dikkatin kısa süreliğine oradan uzaklaşması hayatta kalmamız için sahip olduğumuz bir özellik aslında bu şekilde bakıldığında epey sevimli. Fakat uzun vadede işlevselliğini kaybediyor.

Tüm savunma mekanizmalarının bir kullanım süresi vardır. Kısa süreli işe yararlar, uzun vadede bireyin gerçeklikten uzaklaşmasına ve psikolojik büyümenin engellenmesine sebep olurlar. Nitekim kırık ayağınızın ağrısını sonsuza kadar duymamanız ve o ayakla uzun süre yürümeniz mümkün değil.

Duygusal stresi dağ başında tek başımıza düşüp yürüyemeyecek veya yardım talep edemeyecek durumda olmak olarak değerlendirebiliriz bebeğin hayatında. 

Bebeğin uyumluluk, bağ kurma ve duygusal bir karşılığa ihtiyaç duyduğu dönemlerde duygusal olarak karşılıksız kalmasının duygusal bir stres sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun kronik şekilde varlığını sürdürmesi, ayrışmanın da kronik şekilde varlığını sürdürmesi demek. Odaklanmış dikkatten ve uyumluluk ihtiyacından mahrum bırakılan çocuğun geliştirdiği kronik stres ile baş edebilmesinin yolu, bu duygu ile ilişkisini kesmektir.

Bilinçli olmayan bir şekilde öğrenildiği için bu yöntemi bırakmak da kolay değildir tabi. Aslında günlük hayatın işlevlerinde ciddi problemlere yol açmasına rağmen duymazdan gelmeyi birey bırakamaz, nasıl başladığını bilmiyor ki. Tamamen bilinçsiz süreçlerle ihtiyaç duyup kullandığı deneyimlerdir bunlar

Bir kez yerleştikten sonra duymazdan gelme savunma mekanizmasının bir hayatı olur. Başka bir özel anahtar açılmadıkça duymazdan gelme beynin otomatik cevabı haline gelir ve tüm sıkıntılı yaşam durumlarında sergilediği otomatik bir durum olmuştur artık.

Diğer becerilerde olduğu gibi kimse dikkat ile doğmaz, dikkat edindiğimiz bir beceridir. Dikkatin gelişebilmesi için gerekli koşulların mevcut olması gereklidir. Bir beceri -burada bahis olan dikkat- ne bir kişinin ne de bağlamın özelliğidir, bağlam içindeki kişinin özelliğidir. 

Duygusal hassasiyeti ve uyumluluk ihtiyacının karşılanmamasından dolayı da bebekler acı çekerler. Ayrışma savunma mekanizması sayesinde bu acıyı duymazdan gelmeyi başarırlar fakat ayrışmayı ömür boyu kullanmak problem yaratır. Dikkatini acısından uzaklaştıran bebek bunu bilinçdışı şekilde yapmıştır dolayısıyla son kullanma tarihi geldiğinde bilinçdışı geliştirdiği bu mekanizmayı bırakması ve dikkatini geliştirmesi kolay değildir. 

Dikkat eksikliği yaşayan biri için duymazdan gelme bebeklikteki hızlı beyin gelişimi döneminde çaresizlik ile birlikte duygusal incinme olduğunda ortaya çıkan otomatik bir beyin aktivitesidir.

Her bebek muhakkak hayal kırıklığı uğrar ve ve psikolojik acıyı deneyimler. Uyumluluk ve bağlanma ihtiyacının karşılanmaması bebeğin kronik stres yaşamasına sebep olur diyebiliriz. Kronik stres, bebek için baş etmesi zor ve duygusuyla zihninin ayrışmasını gerektirecek kadar acı vericidir.

Dikkat ve duygusal güvenlik çocukluk boyunca iç içe kalır. Çocuk dışarıdan dikkatsiz olarak görülse de kendisi için dikkate değer bir problem üzerinde meşguldür ancak bunu gözlemleyen yetişkin göremez: çocuğun duygusal kaygıları. Sınıflarda kendisine verilen ödevler ile ilgilenmek yerine arkadaşları ile ilgilenen bir çocuğun aslında bağ kurma ihtiyacına hizmet etmeye çalıştığını düşünebiliriz. Bu zaman zaman yıkıcı bile olsa çocuğun yaşadığı duygusal ve bağ kuramama stresinin buna sebep olduğunu düşünebiliriz.

Tek başına ödevlerine odaklanamayan bazı çocukların yanlarında bulunan bir yetişkinin varlığıyla daha kolay adapte olduğunu görürüz. İlişki kurulduğunda ve duygusal güvenlik sağlandığında her şey daha kolay olur.

Daha fazla güvenlik daha az duygusal stres demektir, bu da daha kolay odaklanabilmeyi sağlar. 

Her durumda sabit kalan ve görülme özlemi çeken çocuğun yaşamın ilk yıllarına kadar uzanan ve bilinçli olmayan bağlanma özlemidir. Bu ihtiyacın karşılandığı yerlerde deb sorunları geri çekilmeye başlar.

Hiperaktivite Bize Ne Söylüyor Olabilir? Hiperaktivitenin Anlamı:

Aşırı hareket halinde durumu olarak tanımlayabiliriz hiperaktiviteyi. Sürekli hareket halinde olmasına rağmen kişinin verimli bir ürün ortaya çıkarmaktan daha ziyade bilinçsizce sağa sola koşması olarak nitelenebilir. Bu durumun belirtilerinden biri çok konuşmak olabilir. Bir de gözlerin sürekli hareket halinde olması. 

Hiperaktivite, deb ile ilişkili diğer özellikleri gibi, bir çocuğun olgunlaşmasında normal bir aşamadır. Dikkat eksikliği bozukluğunda hiperaktivite bir dönem olmaktan ziyade çocuğun hayatında bir durum olmuştur artık. Davranışlar ve duygusal kalıplar yeni yürümeye başlayan bir çocuğun seviyesinde kalır.

Hiperaktivite 9 aylık çocuğun gösterdiği normal bir tepkidir aslında. Çocuk 9 ayından itibaren tek başına hareket etmeye başlar, çevreyi keşfeder sürünür tutunur yürür, eline alır inceler, yalar tadar vs. etrafın ne işe yaradığını deneyimler. Bu zaman dilimi için bu davranışlar normaldir. Çocuk bu dönemdeyken uygun çevresel koşullar varsa çocuğun korteksi sempatik sinir sisteminin dizginlenmesini sağlayacak şekilde gelişir. Stres sırasında bu devreler gelişemez ve birkaç ay sürmesi gereken bu evre çocuğun sıkışıp kaldığı bir duruma dönüşür.

Hiperaktivitenin bir bileşeni daha vardır: yaşam boyunca yüksek anksiyete zamanlarında insan tepkisi olmaya devam eder.

Deb’deki hiperaktivitenin kalıcı gizli anksiyete akımıyla beslendiğine inanıyorum.

Vancouver’lı psikolog Gordon Neufel, anksiyete için ‘bir bağlanma alarmı diyor’. İnsan bebeğinin hayatta kalma sürecindeki rolü, kesinlikle bağımlı olduğumuz bağlanma ilişkileri tehdit altında olduğunda ortaya çıkar. Kronik bir duruma gelmediği sürece kullanışlıdır.

Yaşamın dokuzuncu ayından itibaren bebek yürümeye başlar. Yetişkine ihtiyaç duymadan bedenini kullanmaya başladığı bir pozisyonla, etrafını keşfeder adeta çılgına dönmüş bir şekilde. Yani hiperaktif bir şekilde etrafta dolanır. Bu yaşamın bir dönemidir ve yaklaşık birkaç ay sürer. Bu dönemde uygun çevresel şartlarla birlikte korteks gelişir ve normale döner. Yani hiperaktif bir şekilde etrafta dolanmak tehlikelidir, her şeyle temas kurmak tehlikelidir. Eğer korteks uygun koşullar altında gelişebilirse daha odaklı bir şekilde etrafı keşfetmek aşamasına geçilebilir. 

Fakat bu dönemde duygusal stres yaşayan çocukların korteksleri uygun şekilde gelişemeyeceğinden gerekli gelişimi sağlayamayacak ve hiperaktif durumunu stabil hale çeviremeyecektir.

Bu dönemde çocuk kaçınılmaz şekilde engellenme tepkileri karşılaşacak karşılaşmak zorunda. Sınırları öğrenememesi onun tehlike olduğu anlamına geliyor çünkü.  Çocuğun aldığı hayırlar ve engellemeler çocukla duygusal ilişkinin kesilmesine sebebiyet veriyorsa işte burada var olan duygusal stres kortekste uygun gelişimin önüne geçiyor. Çocuk ya umutsuzca bağ kuracak birini aramaya devam ediyor ya da ilişki kesildiği için çok utanıp zihnini uyuşukluk durumuna sokuyor.

Zihin kendisini fark etmeye başladığı andan itibaren duygusal temelli bu rahatsızlıkları deneyimler. İlgili bağın kurulamamasının verdiği hoşnutsuzluk, uyumsuzluktur bu. Bu hoşnutsuzluktan kurtulmanın yolu ya zihinsel uyuşukluktur ya da etrafta bağ aramaya devam etmektir.

Tüm bunları anladıktan sonra şu soruyu beliriyor zihinlerde: Şimdi ne olacak? Bebekliğinizde veya çocukluğunda kronik strese maruz kalmış ve dikkat eksikliği, hiperaktivite yaşayan bireyler için hayat hep bu şekilde mi devam edecek?

Dr. Gaber Mate beynin nöroplastisite özelliğine bağlı olarak değişimin mümkün olduğunu düşündüğünü ısrarla söylüyor. Kitabın devamı bununla ilgili, bir sonraki metinde bu konu ile ilgili konuşacağız ve kitabın devamının zihnimde olan yansımalarını yazacağım.

Görüşmek üzere,

Sevgiler 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir